29 Temmuz 2010 Perşembe


EdebiyLe yaşayan her insanın : Kendi bedenine,kendi yüreğine, kendi ruhuna sonsuz saygısı oLur. .! Benimdebedenime,ruhuma, yüreğime bir saygım var.. Her önüme çıkanLa oLmam,oLanLada hiç seLamLaşmam..! Bana geLen görseLLiğime değiL, imkanLarıma değiL, sahip oLdukLarıma değiL..Menfaatine hiç değiL..! Bana geLenYÜREĞİME GELİR.. SOL YANIMA DOKUNUR.. TENiME DEĞİL..! / Ömer Hayyam

27 Temmuz 2010 Salı


Ben bekleyebilirim. Hayatın baharına tutunup, Kışı geçiririm . Ağlamalarım bitene, yalnızlığım gideme kadar . Uyanırım sabahları, umudumun suyunu veriririm . Bir şarkı söylerim sana. Sözlerini bilmediğim. Seni severim o bilmediğim şarkı gibi. Öpüşmeyi özlerim senle . Hiç öpüşmedik ki diyeceksin soranlara . Olsun, sen beni sevdin mi hiç . Ama ben seni özleyebiliyorum . Bu da benim yeteneğim . Olmasanda severim seni . Hatta ayrılırım senden, haberin olmaz / Ceyhun YILMAZ

6 Temmuz 2010 Salı

Aşk Kendi Yarasını Sarar!


Birileri gider, birileri kalır. Nedeni olmaz bazen, sadece bitmesi gerekir. Kimi kalleşçe, kimi insanca, kimi utangaç, kimi terbiyesizce ama birileri gider.


Neden gittiği, neden bittiği, kimin suçlu olduğu gibi konulara girilmez bu yazıda çünkü işin özü; kalanın yaşadıklarıdır.

Aşk, bir kalbe girip oturduğunda, sonsuza kadar orada kalmayacağını biliyordur. Akla sinyalini gönderir. Bilinçaltı hep tetiktedir.

Ancak insan bunu düşünmez, düşünmek istemez! Yaşadıklarının büyüsündedir, doğrusu da budur. İnsan aşık olunca, son nefesine kadar yanında kalsın ister. Bir ömrün yükünü birlikte çekmek ister. Sabah uyanınca sevdiğinin yüzünü görsün, dünya sadece ikisi için dönsün ister. Fakat istemek yetmez…

Aşk, uzun süre bir kalbin içine hapsedilmekten hoşlanmaz. Kendini mahkum gibi hisseder, kırar bir gün gelir zincirlerini, çıkıp gider.

Aşk giderken, yardımcılarına emreder, onlar gelir otururlar aynı kalbin ortasına. Önce acı başlar görevine. O kadar çok yanar ki canın, sonunda acıyı bile hissedemez hale gelir insan. Bir yüreğin bu şiddette bir sancıya nasıl katlandığına şaşırır kalırsın.
Hani arı soktuğunda, böcek ısırdığında pis kanı dışarı akıtırsın ya; acının görevi de budur. O dayanılmaz kalp sancılarıyla, pis kanı dışarı akıtır. O acıyı çekmeden temizlenmez yürek! Kanatarak, kanırtarak yapar işini acı.

Sırasını savar acı, arkadan öfke geçer yerine. Aklında, ruhunda, kalbinde ne varsa temizlemeye başlar. Kalbin dağınıklığını toparlamak için, sözcüklere döker her şeyi, konuşturur. Söylendikçe, kızdıkça atar dışarı ne kalmışsa gönülde.
Son yardımcı umuttur. Temizlenmiş, dağınıklığı atılmış ama boş duran kalbin içine girer. Yeni bir sayfayı açabilme cesaretini hissettirir. Hiçbir şeyin son olmadığını, daha güzeline, daha iyisine ulaşabileceğini anlatır. Ve bir gün, umudun söyledikleri gerçekleşir.

Aşk bazen, kendisi kadar hercai olmayan ortağını ikna eder. Kendi gider, ortağı sevgi kalır. Sevgi pek nazlıdır, her kalbi beğenmez ama geldiğinde de, çok kırmazsan gitmez.
Aşk, her zaman girecek yeni kalpler arar ama unutmayın ki; her aşk kendi yarasını sarar!
//Alıntıdır//

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Can Dündar


Suskunluğundan tanırım O'nu... Yüzünde her daim nöbete duran ve içindeki depremi maskeleyen gülücüğü bilirim.O depremin yüreğinde açtığı derin yarıklardan en küçük bir iz yansımasa da yüzüne, aşinayım ketumiyetine...Bilirim ki, kabil olsa da, ters çıkarılmış bir kazağı düzeltir gibi içten kavrayıp dışa çevirseniz...... ruhunu, sanki yıllar yılı söylenmeyip saklanmış, dilin ucuna kadar gelip tutulmuş, tam haykırılacakken içe atılmış yüzlerce sözcük, hafızaya kelepçelenmiş binlerce söz, dile getirilmemiş on binlerce itiraz, akıtılmamış onca gözyaşı ilmek ilmek çözülüp saçılıverecektir ortalığa...Ama o konuşmaz.Sabırla dinler, sitemsiz kabullenir ve ruhunun derinliklerine gizlediği çekmecelerde özenle saklar içine attıklarını...Sadece kendisiyle baş başayken açar onları...Kimi zaman gizli bir günlüktür çıkan çekmeceden... Yazar;

...kimi zaman da sırdaş bir silahtır... Sıkar.


* * *Niye bazıları ağzına geleni söyleyip rahat uyku uyurken, "içine atan", sessizliğe gömülüp kendi dehlizlerinin karanlığında yapayalnız kâbuslar görmeyi seçmiştir?Anlatmazlar ki bilesiniz...Kimi nasıl diyeceğini bilmediğinden, kimi bildiğini de diyemediğinden, kimi dediği halde kıymeti bilinmediğinden, kimi bir kez deyip yanlış bildiğinden, suskunluğun o huzurlu kuytusuna sığınmıştır.Sesini en çok yükseltenlerin en haklı sayıldığı bir dünyada, sürüye uyup gürültüye katılmaktansa sessizliğe gömülüp haksız sayılmayı tercih ederek tevekkülle içine kapanmıştır. İç kanamaları zaman zaman ağzından kaçırıverse de, dudağının kenarından sızanın "kızılcık şerbeti" olduğuna inandırır herkesi...Oysa ne kadar gizlemeye çalışsa da, içindeki fırtınanın birilerine fark edileceği umudunu hep korur. Suskunluğunun her şeyi anlattığını sanır. Sanki onca gürültü içinde birileri gözbebeklerini okuyacak ve konuşmayı bilmeyen bir çocuğun derdini anlar gibi, iç dünyasında çağlayan nehrin sesini duyacaktır. Başını sessizce öne eğişinden, sitemkâr imalarından, dargın yalnızlığından derdini anlayacak, şifresini çözüp sessizliğini sese çevirecek birini bekler umarsızca...Oysa gürültünün çağında, kimselerin vakti yoktur, anlatmayanın derdini anlamaya...


Kimse kimsenin gözbebeğine bakıp konuşmaz; yüreğini dinlemeye yanaşmaz.Öyle olunca da hepten içine kapanır "içine atan"... Maddi varlığını dibe çeken bu manevi yükün ağırlığıyla yaşamayı öğrenir. Yükünü sırtlayıp, kendi iç sesiyle sohbet ederek yürümeye koyulur. Kendine yazılmış mektuplar, meçhule karalanmış satırlar, sadece yastığının bildiği sırlarla örer kozasını...Sabah oldu mu, sahte gülümsemesini yüzüne yapıştırıp hayata karışır.Anlaşılmadıkça artar ketumiyeti... Rahat hesaplaşanlara özenerek erteler hesaplaşmalarını... Geciktirilmiş her sohbet, vazgeçilmiş her itiraf, gösterilmemiş her tepki birbirine yapışıp koca bir ura dönüşür içinde... Sonra kanser gibi sarar bünyesini...İçindeki yara, yüzünde gülümseyen maskeyi aşağı çekmeye başlar zamanla... Artık ya içindekileri kusacak, ya da hepten susacaktır.İşte o zaman, "iç" denilen o dipsiz derinlik, o ne atsan dolmaz sanılan kuyu taşar aniden...


Yük, taşınmaz olur. Yıllar yılı sabırla bastırılan volkan, ya umulmadık bir tepki, ya katılırcasına bir ağlama nöbeti veya gizlenmiş bir silah olur, gürültüyle patlar."İçine atan"ları bilmeyenler, kestiremezler bu ani tepkinin nedenini... Yanlış yerde ve son günlerde ararlar ipucunu... Oysa onca yılın suskunluğuyla kaynaya kaynaya dolmuştur yanardağ... Ve gün gelmiş patlamıştır.İntiharı, doğumudur "içine atan"ın... İlk kez yüksek sesle konuşmuştur ve çoğu kez, son olur bu...Artık geride bıraktığı efsane konuşacaktır, kendisi yerine...


* * *Tanırım O'nu...Sessizliğin erdem sayıldığı bu özel dünyanın suskunları bilirler birbirlerini...Çareyi de bilirler.Gözbebeklerine bakıp ruhunda kaynayan volkanı sezecek ve şefkatle "içeri" sızıp O\'nu yukarı çekecek bir dost elini umutla beklerler.Beynine ancak o dost eli uzanabilir.O yoksa yedeği bir kurşundur...//can dündar//

...


Hayır sus !Gitmeni anlarım ama sus !Bahanelerini cüzdanına kaldır !‘Gitmek zorundayım’la başlayan cümlelerini ağzının içine topla......Küçükken öğrenememişsin,...Ağzında yalan varken konuşma !...//özdemir asaf//

2 Temmuz 2010 Cuma

Mevlana Celaleddin-i Rumi


Ben, benden berideyim bugün. Herşey olmaklıktan düşen, hiçbir şeyim bugün.